Türk sinemasının iki efsane ismi Türkan Şoray İle Şener Şen bir araya geldi. Bir döneme damgasını vuran ‘İkinci Bahar’ oyuncuları iki ana karakteri, Hanım ve Ali Haydar’a hayat veren sinemamızın iki kült oyuncusu Türkan Şoray ve Şener Şen bir araya geldi. İkilinin yıllar sonra bir araya gelmesiyle hoş sohbetler yaşandı. Hürriyet yazarlarından Uğur Vardar, Türk sinemasının iki efsane ismi Türkan Şoray İle Şener Şen ile çarpıcı bir röportaj gerçekleştirdi. İşte o anlar…
Şener Şen Kimdir?
Demin tarihi bir buluşmaya tanıklık ettim. O kadar içten ve birbirinizi özlemiş bir biçimde hasret giderdiniz ki. Şu soruyla başlayalım: Ali Haydar’la Hanım birbirlerini hatırladı mı?
T. Şoray: Ben çok iyi hatırladım Ali Haydar’ı ama Ali Haydar biraz hayırsız çıktı galiba!
Ş. Şen: Savunmam hazır; maalesef bir hayli yoğun çalışmaya girdim, yakın zamana kadar arada bir telefonlaşırdık ama bir süredir galiba irtibatı kestik. Neyse, bu soruşturma vesilesiyle tekrar buluştuk, hasret gideriyoruz. Ne güzel işte.
Önce hanımlar tabii ki, Türkan Hanım, siz ‘İkinci Bahar’ projesine nasıl dahil oldunuz? Teklif nasıl geldi?
T. Şoray: Yavuz (Turgul) Bey’den geldi. Galiba Türker (İnanoğlu) Bey de aramıştı. Ben zaten daha önce Yavuz Bey’in senaryosunu yazdığı ‘Sultan’da oynamıştım. Kendisinin kalemine, senaryo yazarlığına büyük hayranlık duyuyordum. ‘Sultan’ı hatırlıyorsunuz değil mi?
Ş. Şen: Hatırlamaz olur muyum, bizim sizinle sinemamızdaki ilk ve tek filmimiz.
T. Şoray: Muhteşem bir filmdir. Benim sinema kariyerimdeki en önemli yapımlardan biridir. Dolayısıyla ‘İkinci Bahar’da Yavuz Bey’in ismini duyar duymaz, bir de işin içinde Şener Bey var, hemen “Evet” dedim ve teklifi kabul ettim.
‘İkinci Bahar’ sizin ilk dizi deneyiminiz miydi?
T. Şoray: Yok, daha önce ‘Tatlı Betüş’ü yapmıştım.
Şener Abi, sizin proje katılımınız nasıl oldu?
Ş. Şen: Valla şöyle, zaten Yavuz’la yol arkadaşlığımız bilinen bir şey. Ben açıkçası dizilere pek sıcak bakmıyordum. Böyle bir öneri gelince Yavuz’la oturduk, ardından ‘İkinci Bahar’ın başından sonuna kadar bütün dökümü, en azından sinopsis düzeyinde hazırlandı.
T. Şoray: Ben burada araya girmek istiyorum; hayatımda ilk defa böyle bir ön hazırlıklı çalışma gördüm. Hatırlar mısınız, Yavuz Bey’in deniz gören bir yazıhanesi vardı. Ve bütün oyuncular oraya toplandık ve Yavuz Bey, büyük bir karatahtada 32 bölümün (meraklısına: daha sonra 37 bölüm sürdü dizi) hepsini tek tek, birinci sahne, ikinci sahne, üçüncü sahne diye kâğıtlara yapıştırmış, “Burada bu olacak, hikâye böyle seyredecek vs.” diye bize aktardı. Ben böyle kapsamlı bir hazırlık görmemiştim.
Ş. Şen: Bir yıllık hazırlığın sonuydu bu.
Diziler artık bütün dünyada hem kalburüstü oyuncular hem çok büyük yönetmenler için bir tür meydan okumaya dönüştü…
Diziler artık bütün dünyada hem kalburüstü oyuncular hem çok büyük yönetmenler için bir tür meydan okumaya dönüştü. Ama o dönemde özellikle bizde böylesine bir proje riskti sanırım. Hele hele sizin gibi sinemamızın ‘kült’ isimleri göz önüne alındığında. Böyle bir riske nasıl atıldınız?
T. Şoray: Ben böyle bir duyguyu yıllar önce hissetmiştim. Osman Seden bir televizyon dizisi teklifiyle aradı ve evime geldi, konuştuk. “Çalıkuşu’nda oynar mısın?” dedi. Ürkmüştüm, korkmuş ve yadırgamıştım. İnsanlar beni filmlerde gördüler, sonra o filmler televizyonlarda oynadı. Nasıl olur diye düşündüm. Uzun süre tereddüt ettim, Seden’in projesini kabul etmedim, Ondan sonra bu kez çok istediğim bir proje çıktı karşıma, ona karşı koyamadım, dayanamadım, kabul ettim: Aziz Nesin’in ‘Tatlı Betüş’üydü bu proje ve Atıf Yılmaz’la yaptım. Böylece dizi dünyasına girmiş oldum, ardından da ‘İkinci Bahar’ gibi çok inandığım bir proje gelince bu korkuyu yendim.Yani sizin bir deneyiminiz vardı ama Şener Abi’nin yoktu sanırım.
Ş. Şen: Benim hiç yoktu, ilkti.
T. Şoray: Ama siz de Yavuz Bey’e güveniyordunuz.
Ş. Şen: Evet, Yavuz olmasaydı yapmazdım.
Hanım karakterini nasıl tanımlarsınız?
T. Şoray: Bir kere daha başında belli olmuştu; hakkını arayan, savunan, güçlü bir karakter. Ekonomik güçlüklerle uğraşıyor, iş arıyor ve bir bulaşıkçı ilanı görüyor. Ardından da Ali Haydar’la karşılaşıyor. 10 dakika işe girerken pazarlık sahnesi vardı; sigorta yaptırılmasını istiyor, karşı taraf kabul etmiyor, “Yapacaksın, yapmayacağım” derken bu bölüm 10 dakikayı buluyordu. İşte böyle hakkını arayan, aşkı için de mücadele eden çok güçlü bir karakter. Çocukları için de benzer bir mücadele veriyor ve bu tavrı bütün dizi boyunca da sürdü.
Şener Abi, Ali Haydar karakteri için siz neler söylersiniz?
Ş. Şen: Benim için sinemada hep değişik rolleri deneme fırsatı oldu. Ali Haydar da bunların arasında çok özel yeri olan bir karakterdi. Senaryoyu başından beri bildiğimden benim için çekimler başladığında zor olmadı. Zaten hazırlığı bir yıl sürmüştü, ben de bu süre zarfında Ali Haydar için gerekli bilgilere sahip oldum. Hatta kökenleri üzerinde sağlam bir yapı kurmak için Antep’e gittik, Antep mutfağını inceledik, Antep ağzı araştırması yaptık. Ali Haydar uzun yıllar İstanbul’da olduğu için Antepliliğini vurgulayan hafif dokunuşlarla bizce doğru bir profile ulaştık.
Hürriyet Pazar soruşturmasında jüri üyelerinin birçoğu bu diziye ‘İlk 10’ listelerinde yer verdi ve nihayetinde ipi açık ara birincilikle göğüsledi. Bu durum şunu da gösteriyor: Demek ki aradan bu kadar süre geçmesine karşın insanların belleklerinde bir iz bırakmış, hatıralarda hoş bir sada olmuş. Bu kadar beğenilmesini ya da akılda kalmasının kerametini siz neye bağlıyorsunuz?
T. Şoray: Çok gerçekçi olmasına herhalde; anlatılanlar o kadar doğaldı ki. Bir de her şeyiyle dört dörtlük olmasına. Bu tür işlerde her şeyin birbirini tamamlaması gerekiyor. Çünkü yaratıcılık kolektif bir şey. Her şeyden önce bir sinema filmi gibiydi bu proje. Mesela ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’da da böyleydi. Yönetmen, senaryo, oyuncular, öykü; hepsi birbirini tamamlıyor ve ortaya böylesi bir yapıt çıkıyordu… Bu tür durumlar, bu tür bir ahenk, birliktelik her filmde ya da dizide olmuyor. Mekândı, müzikti, hepsi birbirini o kadar güzel tamamladı ki ‘İkinci Bahar’da. Mesela oyuncular süperdi, her rol o kadar inandırıcıydı ki. Hele o gençler…
Kadın isterse her şeyi başarır diyorum…
Gençler konusuna bir sonraki aşamada geleceğiz. Dizinin zamana yenik düşmeme meselesini Şener Abi’ye de sorayım…
Ş. Şen: Bence bu durumun nedeni insanı güzel anlatmasından, ilişkileri güzel anlatmasından yani senaryonun güçlü olmasından kaynaklanıyor. Biz bu zamana yenilmeme konusunu şimdi ‘İkinci Bahar’ için konuşuyoruz, Shakespeare’i düşünelim, o yüzyıllara yenilmemiş. Ama temel ne? Orada da çok güçlü, sahici insan ilişkileri var. Toparlarsak insanı, doğasını, gelgitlerini, acılarını, sevinçlerini, zaaflarını, mutluluklarını, hırslarını anlatmanın üstesinden gelebilenler kalıcı olmayı da başarıyor.
Bir de bugünden bakıldığında aşk var, aile bağları var ama öte yandan bir de güçlü kadın motifi var. Başlarda Ali Haydar’ın kendine özgü kuralları geçerli gibi dururken işin içine Hanım karakteri giriyor ve kadın, erkeği bir anlamda dönüştürüyor. Üstelik bu dönüşümü sessizce ve zarifçe gerçekleştiriyor.
T. Şoray: Kadın isterse her şeyi başarır diyorum.
Ş. Şen: Evet, bence bu kadın-erkek farkının en önemli yanı. Kadınlar hangi katmandan olursa olsun, değiştirme gücüne sahipler. Erkeğe nazaran daha güçlüler. Hanım karakteri de bunun bir örneği; öyle iri laflar etmeden, teori, bilmem ne sahaya sürmeden, uyguluyor kadın. Hayat pratiğiyle yapılan bir şey bu. Bence bu durum çok önemli; bir sürü nutuktan, bir sürü makaleden, bir sürü kitaptan daha etkili…
T. Şoray: Birçok kadın bu karakterle kendisi özdeşleştirirdi diye düşünüyorum.
Yıllar sonra o döneme ilişkin kişisel tortular arasında dolaşsak…
Ş. Şen: Benim oyunculuk serüvenim çok karmaşık, yani şunu demek isteyeceğim. Biz Türkan Hanım’la ilk kez ‘Sultan’ filminde karşılaştık ve başka da bir projede oynamadık. Orada da seyircinin beklediği bir Şener Şen vardı: Salak bir bakkaldım.
T. Şoray: Ya öyle deme, çok şekerdi.
Ş. Şen: Şöyle açıklayayım o zaman; ciddiye alınmayan, peltek konuşan vs. Tabii ki o bakkalın şansı yoktu o filmde. O bir renkti, ‘jön’ Bulut Aras’a giden yolda. ‘İkinci Bahar’da kural dışı bir şey yaptık. Türkan Hanım Türk sinemasının idollerinden; güzelliğiyle, oyun gücüyle, her şeyiyle gerçekten Türk sinemasının Sultan’ı ve bu unvan ona halk tarafından verilmiş. Özel bir yerde duruyor. Tabii ki bu çok güzel kadının filmlerde beraber oynayacağı adamlar da çok havalı, yakışıklı adamlar… Buradan bir yere getireceğim meseleyi; kabak kafalı, pos bıyıklı bir adam Ali Haydar… İlk anda Türkan Hanım’la böyle bir görüntüye sahip karakterin yan yana gelmesi düşünülemez. Toplumda değer yargıları vardır, ‘yakıştırma’ denilen bir şey vardır. Türkan Hanım, siz de bir şeyi kırdınız bu diziyle, ‘baby face’ yakışıklı jönlerden vazgeçtiniz, ilk defa sahici bir karakterle birlikte oldunuz. Diziden önce halka sorup bir anket yapsalar ve “Türkan Şoray’la Şener Şen bir aşk filminde oynasalar ne dersiniz” diye bir soru sorsalardı genel bir çoğunluk böylesi bir projeyi reddederdi. “Olur mu canım, böyle kabak kafalı, pos bıyık bir adamla dünya güzeli bir kadın nasıl bir araya gelir?” Burada senaryonun gücüne geleceğim, Yavuz bunu gören ilk insan. Yavuz dedi ki, “Ali Haydar’la Hanım’ın aşkı olur, bu da Şener’le Türkan Hanım oynarsa olur.” Ama Türkan Hanım’ın bunu kabullenmesi de bence onun için devrim niteliğinde bir şeydi. Ali Haydar fiziğiyle etkileyici değildi, karakteriyle, etrafıyla olan ilişkisiyle etkiledi Hanım’ı. Kadınına, çocuklarına, onun çocuklarına sahip çıkmasıyla etkiledi. Yani biz şunu gösterdik; “Sadece yüze bakarak karar vermeyin, bir insanı yakından tanımadan onun hakkında fikir sahibi olamazsın. İlk izlenime aldanmayın.”
Peki bu efsane ikiliyi sinema tarihimiz daha önce niye keşfedemedi?
Ş. Şen: Kimsenin aklına gelmedi herhalde. Bunu Yavuz gördü.
Tamam önceden görmediler ama dizi örneği var, aradan 20 yıl daha geçti. Oradan da mı kopya çekilmedi?
Ş. Şen: Aa, ona ben karışmam.
Tamam karışmayın da ben sormuş olayım…
T. Şoray: O kadar güçlü bir proje olmadı.
Ş. Şen: Evet, uygun ve de iyi bir proje olmadı demek ki. Bak, dönüp dolaşıp bir projenin iyi mi kötü mü olduğunu konuşuyoruz.
Kartal Tibet’in yönettiği 1978 tarihli ‘Sultan’, Türkan Şoray-Şener Şen ikilisinin birlikte oynadığı ilk ve tek yapımdı. Filmin senaryosunu Yavuz Turgul yazmıştı..
Konuyu futbola getireyim. Mesela bazı genç oyuncular vardır, büyük ışıltılara sahip. Ama yaş ve tecrübe aldıkça sistem içinde kaybolurlar. Ama ‘İkinci Bahar’ın gençleri kaybolmadı. Nurgül Yeşilçay, Ozan Güven, Devin Özgün Çınar gibi… Bu konuda neler söylersiniz?
Ş. Şen: Oyunculuk öyle bir şey ki kimse torpille oyuncu olamıyor. Oyuncu kendi kendine yol açıyor. Bir insanda farklı bir yetenek varsa bunun görülmemesi mümkün değil, tabii iyi senaryo koşuluyla… ‘İkinci Bahar’daki tüm karakterlerin hikâyesi o kadar güzel işlendi ki. İşte Nurgül’ün annesiyle ilişkisi, kardeşleriyle ilişkisi, Ozan’ın ilişkisi, Yasemin’in ilişkisi, Devin’in; hepsinin. Dolayısıyla onlar da bu senaryoda kendilerini gösterme fırsatı buldular. Bugünün önde gelen oyuncularının birçoğu oradan çıktı böylece. Yani iyi yazılmış, iyi yönetilmiş bir dizide, kendilerine yol açtılar…
T. Şoray: Benim özellikle Nurgül’le ilişkim sürdü, birçok kez evime geldi, onu çok sevdim, aramız çok iyi. Zaten dizinin çekimleri sırasında ondaki ışığı görüyordum, bunu ona da söylemiştim. Yani ileride nerelere geleceğini tahmin edebiliyordum. Ozan için de geçerli söylediklerim, diğer genç arkadaşlar için de; hepsi o kadar yetenekliydi ki. Hakikaten bir kazanç böyle gençler.
Türkan Hanım, geçen yıl sinemayı artık bıraktığınızı ilan etmiştiniz. Hâlâ bu kararınızın arkasında mısınız?
T. Şoray: Şöyle bir açıklama yapayım: Şener Bey’le birlikte oynamam yönünde bir teklif gelirse tekrar varım…
Oo, bize manşeti verdiniz!
İlk kez açıklıyorum: Şener Bey beni taşıyamadı, o sahnede dublör kullandık!
‘İkinci Bahar’ bugünü o zamanlardan görmüş mü acaba?
Bir de şuna vurgu yapılabilir sanırım, ‘İkinci Bahar’ın yemekle ilişkisi malum. Bu aralar yemek konusu toplumun öncelikli meselelerinden. “Menemen soğanlı mı olmalı soğansız mı?” başta olmak üzere birçok tartışma başlığı var. Galiba ‘Yabancı Damat’ta da yemek öncelikli duraklardan biriydi. Latife yapayım, ‘İkinci Bahar’ bugünü o zamanlardan görmüş mü acaba?
Ş. Şen: Evet, ileriyi görmüş ama dizinin yapısı zaten yemek üzerine kurulmuştu. Fonu böyleydi.
T. Şoray: Sorular geldikçe benim de anılarım canlanıyor. Öyle bir ortamdaydık ki sürekli kebap yiyoruz, etraf zaten hep kebapçı dolu. Çekimler bitiyor, soluğu gene kebapçıda alıyoruz. Bol bol künefe de yiyoruz. Her şey o kadar güzel ki, ben tabii bu arada farkında olmadan bir hayli kilo almışım. Bir sahne var; Hanım, Ali Haydar’a kızıyor ve inat için rakip kebapçıya gidiyor, orada çalışacak. Ali Haydar da bu duruma kızıyor, onu sırtına yükleyip geri getirecek. Yani beni kaldırması gerek. Ama o kadar kilodan dolayı kaldıramadı.
Ş. Şen: Valla bunu ben söylemedim. Bakın, siz söylediniz!
T. Şoray: Tamam ben söylüyorum, 10 kilo falan almışım.
Ş. Şen: Ben kaldırmayı denedim ama olmadı.
T. Şoray: Ondan sonra nerden buldularsa Şener Bey’e benzeyen birini buldular.
Ş. Şen: Evet, dublör geldi.
T. Şoray: Buradan açıklıyorum, dizideki bir tek hile odur. Beni Şener Bey’in yerine başkası taşıdı.
Ş. Şen: Benim kostümlerimi giydi. Sırttan çekildi, o da kabak kafalı.
T. Şoray: Adam pehlivan mıydı neydi?
Ş. Şen: Valla bilmiyorum ama sınavı geçti ki, sizi taşıdı.
36 tekrar, dizi tarihine geçer…
Sonuçta Yavuz Turgul’un sihirli dokunuşuna borçluyuz diyorsunuz dizinin başarısını ve hâlâ hatırlanmasını…
T. Şoray: Evet, tam da söylediğiniz gibi Yavuz sihir yaptı.
Ş. Şen: Proje onundu zaten. Kendisi çekmedi ama ne derler ‘Kreatif başkan’ olarak diziyi o oluşturdu.
T. Şoray: Yönetmen faslına değinmişken benim dizinin çekimlerinde hiç unutmadığım bir olay var. Uğur Yücel’di yönetmen, bir sahneyi, galiba pazarlık sahnesiydi, tam 36 defa tekrarladık. İnanın bana böyleydi.
Diziler tarihine geçer mi bu sayı?
T. Şoray: Geçer valla, bir türlü tatmin olmuyordu, prova, prova, prova, prova… Tam 36 kez…
Ş. Şen: Valla ben Yavuz’dan alışkın olduğum için bana az bile geldi!
Sansür yürüyüşünde sinema emekçileri tek vücut olmuştu
Yaşanan muhtemelen çıkar kavgasıdır…
Son ‘mısır tartışması’ dolayısıyla popüler sinema yapanlarla bağımsızlar arasındaki haksız salon dağıtımı sık sık gündeme geldi ve eski zamanlara dönülerek, sizin de katıldığınız 1977’eki ünlü sansür yürüyüşü hatırlatıldı. O zamanki birlikteliğin artık olmadığı vurgulandı.
T. Şoray: Evet, eskiden ne güzeldi, hep birlikte hareket ederdik… Yıllar önce bahsettiğiniz o ünlü yürüyüşte bütün sinema emekçileri tek vücut oldu. Şimdi artık dağınıklık hâkim herhalde, başka ne diyebilirim ki?
Ş. Şen: Bu kavga sadece sinema sektörüne ait bir çatışma değil. Sistem insanları o kadar farklı şekilde davranmaya yönlendiriyor ki; ortada çıkarlar var, başkalarını ez, yok et noktasına geliyor insanlar. Yani acımasız sistem sadece sinemaya değil, hayatın her alanına hâkim. İnsan ilişkilerine bakın, o kadar değişti ki davranış biçimleri.
Gelelim güncel meselelere… Son olarak sinemacılarla dağıtımcı firma arasında yaşanan ve tarihe ‘mısır tartışması’ olarak geçen krize ne diyorsunuz?
T. Şoray: Bu soruya ikimiz adına Şener Bey cevap versin..
Ş. Şen: Biz yıllarca kameranın önündeydik, arkasında değil. Hele hele o zamanki ticari işlerin nasıl döndüğünü hiç bilmiyoruz. Fakat şunu biliyoruz, kariyerimiz boyunca hiç böyle bir gürültü patırtıya rastlamadık. Nasıl bir düzen kurulmuşsa sinemacılarla işverenler büyük bir uyum içinde işleri yürütüyorlardı. Bu yeni sistemde her şey bambaşka sanırım. Sonuçta ne oldu tam bilmiyorum açıkçası ama büyük ihtimalle yaşanan çıkar kavgasıdır… Ne diyelim, Allah yollarını açık etsin…
Antalya’yı Türk sineması var etti
Bir de sizi bulmuşken bu soruyu sormazsam olmaz. Antalya Film Festivali’nde ‘Ulusal Yarışma’ kaldırıldı, artık ‘Uluslararası Yarışma’ yapılıyor. Bu konuda neler söylersiniz?
T. Şoray: Çok üzücü, çok… Bir kere Antalya’yı Türk sineması var etti, destekledi. Türk sinemasının da o filmlerin heyecanıyla çarptı kalbi. Böyle birdenbire Türk sinemasının dışlanmasını çok üzücü buluyorum.
Ama festivali düzenleyenler ‘Uluslararası Yarışma’ya en azından iki tane de Türk filmi sokuyorlar.
T. Şoray: O zaman aynı oranda soksunlar en azından. Ne olursa olsun ben hoş karşılayamıyorum bu durumu.
Ş. Şen: Ben de bu konuda Türkan Hanım gibi düşünüyorum. Türk filmlerini her koşulda teşvik etmek lazım.
Ali Haydar’dan Lütfü Usta’ya…
Eski filmlerimizi izlerken…
Şener Abi, aradan 20 yıl geçti, yeniden ‘mutfağa’ döndünüz! Ali Haydar’ken Lütfü Usta oldunuz (gerçi bu rolü daha önce de canlandırmıştınız ama). Tiyatro oyunu nasıl gidiyor. ‘Zengin Mutfağı’na yönelik heyecanınız ne durumda?
Ş. Şen: Tiyatro çok zor, yıpratıcı. Bir de sürekli oynayarak kendinizi zinde tutmanız gerek. Ben ta ‘rahmetli’ Egemen Bostancı zamanından bu yana sahneye çıkmıyordum. Tabii ki değişik bir heyecan oldu. Hoşuma gidiyor, ilgi de büyük. Yakında, 22-23 Şubat tarihleri arasında Ankara’da da oynayacağız. Bu ayrı bir motivasyon kaynağı olacak tabii. Ali Haydar’la Lütfü Usta arasındaki ilişkiye gelince; evet ortak parantezde bir mutfak var ama elbette ki ikisi de ayrı karakterler…
Biz faniler bazen televizyonda sizlerin oynadığı ve defalarca izlediğimiz o güzelim klasikleri görünce, “Şöyle beş dakika bir takılayım” diyoruz ama sonra kendimizi kaptırıp sonuna kadar izleğimizi fark ediyoruz. Siz kendi filmlerinizi nasıl bir hissiyatla ya da psikolojiyle izliyorsunuz?
Ş. Şen: Biz tabii seyirciden farklı izliyoruz. O filmde yaşananlar var, hazırlık safhası var. Kendim için söylüyorum, birçok çalışmam Arzu Film’e ait, Oradaki ekip ruhu aklıma geliyor, o ruhu yeniden hatırlıyorum, oradaki senaryoların nasıl kan-gözyaşı dökülerek çıktığını biliyoruz. Ertem (Eğilmez) Abi’yi hatırlıyoruz, gidenleri, aramızdan ayrılanları anıyoruz…
T. Şoray: Ben hiç kendim gibi seyretmiyorum, yabancılaşarak bir başkası gibi seyrediyorum. Sonra takdir ediyorum, “Vay be” diyorum, “zamanında ne güzel filmler çekilmiş” diye düşünüyorum. O zamanlar Türk sineması denince küçümseyen bir kitle vardı. Haksızlık etmişler. Oysa ne kadar güzel filmler varmış. Mesela ‘Gurbet Kuşları’na ya da benim oynadığım ‘Mine’ye bakıyorum, Atıf (Yılmaz) Abi ne kadar güzel çekmiş. Farklı bir gözle seyrediyoruz yani. Ama haksızlık yapan seyirci değildi, şimdi kanalları açın bakın kaç tane filmimiz gösteriliyordur.
Ş. Şen: Şöyle bir durum da vardı tabii; mesela 70’ler öncesini düşünün, en büyük sosyal etkinlik sinemaydı. Televizyon bile yok. Sadece iki şey var sosyal hayatta; radyo ve sinema. Bu ortamda sinema bir ritüeldi, mahalleli toplanırdı, hatta bizim ‘Sultan’ filminde de vardı böylesi bir sahne; hep birden sinemaya gidiliyordu. O dönemlerde ailece gidilir, her hafta bir film seyredilirdi.
T. Şoray: Şimdi ‘Sultan’dan bahsedince aklıma geldi. Oradaki kadın da tıpkı ‘İkinci Bahar’ın Hanım’ı gibi çok güçlü bir karakterdi; arazi mafyasına tek başına kafa tutuyordu. Sultan’ın senaryosu Yavuz Bey’e aitti, galiba buradan kadına bakışı da ortaya çıkıyor.
Dizilerde çalışma koşulları çok ağır…
Platformları; Netflix, Blue TV, Puhu TV vs. nasıl buluyorsunuz?
Ş. Şen: Galiba oralarda daha mantıklı gidiyor işler. Sürelerin uzunluğu akılcı.
Oradan bir şeyler izliyor musunuz?
Ş. Şen: Maalesef ama haberdar oluyorum, neler yaptıklarını duyuyorum. Ozan da yaptı, Haluk (Bilginer) Bey de yaptı bir şeyler. Oralardan sanki bir çıkış yolu olabilir. Süreler daha mantıklı, konu seçimleri daha farklı sanki.
T. Şoray: Çok yıpranıyor insanlar gerçekten, buna kalıcı bir çözüm bulunmalı. Ben o kadar dizi yaptım, yaşananlara bizatihi tanık oldum. Sabah ezanına kadar çalışılıyor, insanlar neredeyse hiç uyumadan tekrar kaldığı yerden çekimlere devam ediyor. Büyük perişanlık. Bir yandan da böyle ortamlarda çalışanları, böyle ortamlarda ortaya çıkan işleri özel olarak takdir etmek lazım.
İlişkiler de çıkara göre hesaplanıyor…
Hayat çok hızla akıp gidiyor, diziden bu yana yaklaşık 20 yıl geçti. Şimdiden bakıldığında hem sıcaklığını koruyor hem de sanki uzak bir geçmişin parçası gibi nostaljik bir yanı da var galiba.
Ş. Şen: Valla her şey çok hızlı değişiyor. Toplum, insanlar değişiyor, beğeniler değişiyor. Ben öyle eskiye pek özlem duymam, “Bizim zamanımda şöyleydi, böyleydi” demek istemem. Her zaman hayat bir devinim içinde değişiyor. Bizim bu değişimi kavramamız lazım. “Anlamıyoruz” diye reddetmek yerine bugünün davranış biçimlerini de çözmemiz lazım. Yoksa hiç bir şeyi kavrayamayız. Bugünkü gençliğin nasıl davrandığını, insanların bu iletişim çağında, internet bağımlılığını çözmeye, anlamaya çabalamalıyız. Bu meselenin farklı bir boyutu öte yandan sonuç itibariyle hakikaten o zamandan bu zamana büyük değişimler var, Ali Haydar bizim özlem duyduğumuz, eski değerlere sahip sağlam bir kişiliğin örneği; güvenilir, kimseyi kandırmayan, çocuklarına, yakın çevresine, ilişkilerine sahip çıkan bir karakter. Bütün bunlar artık tuhaf bulunabilir, kimse artık öyle değil, ilişkiler de çıkara göre hesaplanıyor. “Benim buna selam vermemde bir fayda var mı?” diye bile düşünülüyor. Ama Ali Haydar böyle değildi, onun temsil ettiği değerleri giderek yok oluyor. Belki de başka değerler geliyor, bilmiyoruz. Ama sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Ali Haydar o dönemin iyi bir örneğiydi.