Demet Akbağ bugüne kadar bizi çok kez güldürdü, güldürürken de her zaman düşündürdü. Bu defa ‘Aydınlıkevler’ isimli oyunla 15 yıl aradan sonra yeniden tiyatro sahnesinde karşımıza çıkıyor. Samimi açıklamalarda bulunan Demet Akbağ “1982’de minicik bir rolle başladı her şey” dedi.
*‘Aydınlıkevler’ oyunuyla 15 yıl sonra sahnedesiniz…
Öyleymiş, ben de inanamadım. Gerçi bu sürede yaptığım filmler, televizyon projeleri ve kendi hayatımı anlattığım bir işle hep seyircinin gözü önündeydim. Ama kalabalık bir ekiple sahneye çıkmayalı o kadar olmuş.
*Heyecan var mıydı?
Olmaz mı!
*Hâlâ mı?
Hiç bitmez o heyecan. Hatta provalar sırasında oyunun proje yapımcısı Nisan Ceren geldi, “Hayırlı olsun, ilk gösteri tarihimiz belli oldu,
26 Mart” dedi. Ben yarın oynayacakmışız gibi heyecan yaptım, “Bana kimse bir şey söylemesin, adlandırmayalım” diye başladım. Heyecanlanmadan bu iş yapılmaz, olmaz. Her oyunda, sahne için 3’üncü zil çaldıktan sonra ilk repliğimi söyleyene kadar olan kısımda kalbim bir çarpar, bir çarpar… Seyircinin kıpırtısını duyduğum an rolün içine girmeye başlarım.
*Bu kadar zaman sonra sizi sahne için ikna eden ne oldu?
Öncelikle oyun, hikâye güzel, metin güzel… Sevdim, sıcak buldum, tam istediğim gibiydi… “Ben böyle bir oyunla sahnede olmak istiyorum” dedim.
Oyuncular Sendikası Başkanlık Görevine Demet Akbağ’ın Yerine Güzel Oyuncuyu Getirdi…
*Oyunun yazarı Yılmaz Erdoğan. O hayatınızın demirbaşlarından. Size ne ifade ediyor?
Çok uzun zaman geçirdik beraber. Yılmaz’la bacı kardeş olduk artık. O bana ‘bacım’ der, ben ona ‘kardeşim’. Birbirimizin akrabası gibiyiz, seyirci de öyle kabullendi. Benim için zaman zaman abim, zaman zaman kardeşim, zaman zaman dayımın oğlu gibi… Her zaman mesleki olarak birbirimize fikirlerimizi danışırız.
Çocukluğuma götürüyor
*Sizi sahnede babaanne karakterinde izliyoruz. Oyunu bilmeyenler için Zühre’yi nasıl anlatırsınız?
Torunuyla Ankara’da yaşıyor ve okulunu bitirmesi için ona göz kulak oluyor. Güçlü bir karakter. Eskiden şaşaalı bir hayatı olmuş ama oyun 1975’i anlatıyor. Türkiye’nin sıkıntılı dönemleri. Anaç bir babaanne olarak mahallelinin de saygı duyduğu ve onların başında duran bir kadın.
*Sizden nasıl bir babaanne olur? “Torun için erken, şimdi olmasın”, “Olsa da bana insanların yanında babaanne demesin” gibi düşünceleriniz var mı?
Yok canım daha neler! Oğlum Ali daha çok genç, biraz zamanı var ama keşke onu 10 yaş gençken doğursaydım da bana torun verseydi, çok mutlu olurdum.
mOyun 1975’te Eurovision’a ilk katıldığımız geceyle başlıyor. Ve fonda Semiha Yankı ‘Seninle Bir Dakika’yı söylerken duyuluyor…
Siz hatırlıyor musunuz o geceyi?
Hatırlamaz mıyım! Hâlâ görüştüğümüz çocukluk arkadaşımın evindeydik o gece. Nefesler tutuldu. O heyecanı hiç unutmam. Zaten bu oyun beni çocukluğuma götürüyor. Babaanneme dair de çok şey buluyorum hikâyede.
*O zaman o yıllara birlikte gidelim. Yılmaz Erdoğan ‘Dar gelirli zengin bir oyun’ olarak tanımlıyor. Siz de şimdiye kadar genelde varlıklı değil, daha dar gelirli karakterlere hayat verdiniz. Sizin evde durumlar nasıldı?
Dedemin sağ olduğu dönemde biraz saltanat dönemimiz olmuş. Dedemi kaybettikten sonra İstanbul’da orta halli bir aileydik. Babam memurdu, babaannemin babasından kalan bir asker maaşı vardı. Çok sıkıntılar içinde büyümedim ama idareyi elinde tutan bir aile yapımız vardı. Mutfak bütçesi, evimizin geliri… Hepsi hesaplı kitaplıydı. Paranın hesabını bilerek yetiştik.
*Annenizle babanız siz çocukken ayrılıyor… Babaannenizle mi büyüdünüz siz?
Bizimkiler ayrılana kadar babaannem bizimle yaşadı. Sonra ben anne ve anneannemle kaldım. Babaannem benim sosyal hayatımdan sorumluydu. Sinemalara, tiyatrolara götürürdü. Oyunculuk aşkı da içime onun sayesinde girdi. Unutmam, evde kocaman bir radyomuz vardı, oyundaki gibi Radyo Tiyatrosu dinlerdik. O gün ve saatlerde eve misafir geldiğinde çok kızardım. Transistörlü olduğu için radyoyu taşıyamazdım ama kulağıma yapıştırır, üzerimi örtüyle örter; öyle dinlerdim.
Yılmaz (Erdoğan) bana ‘bacım’ der, ben ona ‘kardeşim’. Birbirimizin akrabası gibiyiz, seyirci de öyle kabullendi.
*Oyuncu olmak ne zaman, nasıl aklınıza düştü?
Hep içimde vardı. Ailemden kime sorsanız Demet başka bir meslek hayal edemez derlerdi. İlkokul çağlarındaydım, babaannem beni ‘Besleme’ diye bir oyuna götürdü. Sahnede 13-14 yaşlarındaki kız çocuğunu görünce ‘Demek bu yaşlarda da başlanabiliyor oyunculuğa’ diye düşündüm. Zaten eve geldiğimde de ne izlediysem, evde hemen o olur, taklitlere başlardım.
*Neler yapardınız?
Eve girer girmez annemin dolabını açardım. Bir Türkân Şoray filmi izlediysem annemin siyah eşarbını, bir Filiz Akın filmi izlediysem annemin sarı eşarbını alırdım. O eşarbın yanlarına tokaları takar ve kendime saç yapardım. Hakan benim Malkoçoğlu olmuşluğum bile var!
*Onu nasıl oldunuz?
Babamın beyaz gömleğini giyip Cüneyt Arkın olurdum. Evde en küçük kardeşimize alınan oyuncak bir kılıç falan varsa onu alıp koltukların üzerinde zıplardım. Sonra kâğıtları küçük küçük kesip biletler yapar, mahalledeki çocukları eve toplar, onlara bilet satıp kendi hazırladığım gösterileri sergilerdim. Ben hep bir oyunun içindeydim.
Oldu efendim. Sahneye ilk çıktığım yılı mı merak ediyorsun.
*Evet…
Yıl 1982. Gönül Ülkü Gazanfer Özcan Tiyatrosu, ‘Kimse Durduramaz’ adlı oyun. Minicik bir rolle başladı her şey. Ertesi sene konservatuvara kabulümle devam etti. Zaten okulla özel tiyatroları da birlikte götürdüm. 1986’da mezun oldum. Sonra Yeditepe oyuncularıyla başlayan ve devam eden büyük bir maraton var. 1995’te de BKM’nin kuruluşuyla devam ediyor.
*Bunca yıldır şöhretli birisiniz. Şöhret matah bir şey mi?
Şöhreti fazla normal karşılıyorum sanırım. Bugün hangi Tiyatro metni ya da Film senaryosunu elime alsam benim için düşünülen rolü okuduğumda, bunun altından kalkabilecek miyim heyecanıyla okuyorum. Sanıyorum benim şöhreti çok ciddiye almadığım buradan da bellidir.
*Sizi bu kadar geniş kitlelere sevdiren şey neydi size göre?
Benim mesleğim seyirciye yapılan bir iş. Seyircinin gözü önünde olmam gerekiyor. Seyirci bunu ne kadar kabullenir, alkışlarsa sizi o kadar geniş kitleler tanıyor. Ben işimi yapıyorum sadece. Yaptığım işte kalıcı olacaksam hep başarılı olmak zorundayım diye düşündüm. Çünkü ortaya çıkardığınız karakter bazı seyircilere daha çok hitap ediyor, bazılarına etmiyor. Oyunculuk yelpazemin mizahla birlikte geniş olmasının da beni kitlelere sevdirdiğini düşünüyorum.
*Günümüzde güzellik, çok takipçili olmak, hep gündemde kalmak oyuncu seçimlerinde kriter gibi duruyor. Sizce birini iyi bir oyuncu yapan nedir?
Allah vergisi… İçinde varsa olur. Ne zorla eğitimle, ne güzellikle ne de takipçiyle falan olacak iş değil bu. İçinde oyunculuk hamuru doğuştan varsa, var olan bir yetenek ancak eğitimle geliştirilebilir.
*Değişmeden kalıyorsunuz, hep fitsiniz…
Senelerdir haftada üç gün spora gidiyorum. Onu da zayıf olmak için değil, sağlıklı olmak için yapıyorum. Annemin kuşağının ve hareketsiz hanımların sonradan bunun acısını çok çektiğini biliyorum. Kemikler bir süre sonra sorun olmaya başlıyor. Sahnede olmak istiyoruz, o halde bedenimize iyi bakmalıyız. Herhalde biraz da genetik mirasım sağlam. Aşırı şekerli ve tatlı şeyler sevmem, bu da avantaj sağladı.
*Estetik operasyonlar…
Zamanında yaptırdım, bilen bilir. Çok fazla değişmeden, abartmadan, yaşı geldiğinde estetik operasyona karşı değilim.
Pilav tenceresinin dibini kaşıkla sıyırmayı çok seviyorum
*Hayatın nasıl bir dönemi sizin için?
Olgunluk dönemim. Eksiğim sadece. Ama hayatta her şeyi karşılayabilmemiz de hayatı hayat yapan şey. Bir şekilde yürüyor bu Yaşam. Mümkün olduğunca huzurlu, dostlarımla, arkadaşlarımla, mesleğimi yaparak sürdürüyorum.
*Ölümden korkar mısınız?
Korkulacak bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bir anda bitiyor gidiyor hayat. Sanıyorum yaşarken acı çekmek daha zor.
*Pişmanlıklarınız oldu mu?
Hepsinin bana katkısı olmuştur. Bazı işler idealden çok, para kazanmak amaçlı yapılmıştır. Ama onlar da belli bir seviyenin altında işler değildi ve seyircide de belli bir kredim olduğu için göz ardı edilmiş olabilirler. Tabii bir yandan hayatımı kazanırken bir yandan istediğim, idealim olan
işleri de yaptım. Ben bu meslekte merdivenleri yavaş çıkmak gerektiğine inananlardanım. Birden bir yere varma hali insanın başını döndürebilir, çok da normaldir böyle olması. Küçük rollerle başlayıp izlendikçe takdir görmek, bir sonraki işin bir diğerinden parlak ve akılda kalıcı olması…
Bende bu iş böyle gelişti.
*Komedi oynayan oyuncuların özel hayatlarında daha ciddi ve sert oldukları söylenir. Siz?
Suratı asık, somurtkan, az konuşan biri asla değilim. Bir arkadaş grubunda, birileriyle birlikteysem, bir hikâye anlatıyorsam kendimi dinletirim. Sus pus oturmam. İfade biçimim komik gelebilir. Bazen gergin olduğum zamanlar daha komik oluyormuşum. Sinirliyken komik olduğumu söylüyorlar.
*Aa sizin sinirlendiğiniz olur mu?
Herkes gibi ben de sinirlenirim. Gerilirim. En çok kendime kızarım.
*Neden?
Çünkü çabuk demoralize olurum. Her şeyin suçunu kendimde görürüm.
*Eyvah, çok fena…
Biraz disiplinliyim, Hakan. Kafamda planladığım şeyler rayında gitmeyince çabuk panik oluyorum.
*Kendinizi acımasızca eleştirseniz…
Çabuk parlamam ve çabuk demoralize olmam derim. Kendimle ilgili mevzularda sakin kalamam.
*Yaparken yakalandığınız ve en utandığınız şey nedir?
Pilav tenceresinin dibini kaşıkla sıyırmayı çok seviyorum. Arkadaşımın mutfağında da bunu yaparken yakalanmışlığım var.
Beni izlediğine inanmak istiyorum
*Türk halkı yıllardır size gülüyor, siz kime gülersiniz?
Tabii benim de güldüğüm insanlar, hikâyeler var ama ben galiba doğal olana gülüyorum, zorlama şeylere gülemiyorum. Beni Zafer (Çika) çok güldürürdü. Gerçekten komikti. Sadece beni değil, komedyenleri de güldürürdü.
*Yılmaz Erdoğan, kaybettiğiniz eşiniz Zafer Bey’in, yeni bir oyun oynamanızı çok istediğini ve oyunu ona ithaf ettiğini söyledi…
Evet. Oyunun metninde son sayfada tarih ve “Zafer Çika’ya ithaf edilmiştir” yazıyor. Benim tekrar sahnede olmam ve tiyatro yapmam Zafer’in çok istediği bir şeydi. Yılmaz’la bir arada olduklarında şakayla karışık, “Karıma bir oyun ne zaman yazacaksın? Hadi birlikte bir tiyatro yapın” diye o kadar çok söylerdi ki… Onu kaybettiğimiz yakın tarihte, Yılmaz’la sık sık bir araya gelirdik, bir gün evden ayrılırken bana “Onun isteğini en kısa sürede yerine getireceğim, hazır ol, yolda oyun” dedi.
*Sizi izlediğine inanıyor musunuz?
İnanmak istiyorum.
*Oğlunuz Ali, 22 yaşında. Bu yolda artık beraber ilerliyorsunuz. Nasıl bir annesiniz?
Üniversite sebebiyle aramızda özlem var. Olgun bir çocuk oldu Ali. Çok arkadaşız onunla. Her anneye çocuğu şahane gelir. Ama Ali gerçekten anlayışlı, problemsiz bir çocuk. İyi kalpli bir çocuk. Hayatım boyunca lafımı, sözümü geçiremediğim olmadı ona.
*Sizi ilk kez babaanne rolünde ‘Vizontele’de izledik Siti Ana karakteriyle. Kaç yaşındaydınız?
39 yaşındaydım.
*Ne kadar gençmişsiniz…
Makyajla veya plastik makyajla da yaşlanmadım üstelik. Bu tavırla alakalı. Sadece saçımın bir yeri beyaza boyandı. Ben sanırım kolay değişebilen bir fiziğe sahibim.
*Şimdi de babaanne olacak yaşta değilsiniz gerçi…
Görüntüye aldanmamak lazım (gülüyor). Olurum olurum… Biliyor musun ben okulda da kendi yaşımdan büyük karakterleri oynardım. Hep böyleydi.
mNeden? Bu istediğiniz bir şey miydi, yoksa roller mi öyle geldi?
Anaç tavrımdan mı bilmiyorum. Bir de okul yıllarında erkek oyuncu adayları daha ufak tefek çocuklardı, ben de ya anne ya da abla, kardeş olurdum.
*Jönfi olmak ister miydiniz? Herkesin âşık olduğu, evin güzel kızı…
Oynadığım karakterleri renkli ve oyunculuk açısından daha avantajlı buluyorum.
O yıllarda masumiyet çok hâkimdi. O masumiyeti çok özlüyorum. Televizyonda o dönem olan filmlere denk geldiğimizde geçemememizin, takılıp izlememizin sebebi de belki bu. Daha basit, fakir-zengin hikâyeleri falan hâlâ benim vazgeçemediğim hikâyeler. Hâlâ kalbime işliyor. Belki de gençliğimi, çocukluğumu özlüyorum. Kişiliğimi oluştururken yaşadığım dönemin etkisi mutlaka var.
*‘Masumiyet’ dediniz. İnsanlık olarak masumiyetimizi biraz kaybettik mi?
Gençleri de çok seviyorum, onların vizyonları çok farklı ama eski ve şimdiki kuşak arasında büyük değişim var. Onların şanslı olduğu bambaşka şeyler var ama bizim de kendimize göre çok şanslı olduğumuz dönemler vardı. Şimdi bilgiye çabuk ulaşıyorlar; daha özgürler, bu özgürlük onları belki daha erken olgunlaştırıyor.Biz yine de daha masum ve safken nasıl becerip bu hayatın içinde var olmuşuz, nasıl büyümüş, olgunlaşmışız düşünüyorum. Ben gençken de babaannem bizim için aynı cümleleri kurardı. Ama ben erken olgunlaşmayı ve özgürleşmeyi tehlikeli buluyorum.
*Siz erken mi özgürleştiniz?
21 yaşında hâlâ gece belli bir saatte eve gelir, ailemden izin alırdım. Evlenip kendi hayatını, evini kurana kadar aileye sorumluluk vardı.
*Peki aşklar… O yıllardan bu yıllara aşk nasıl değişti?
Aşk jet hızıyla değişti.
*Sizce hangi dönemin aşkları daha güçlüydü?
Ben eskideyim. Düşünsene, konum at, şuraya geleyim gibi bir durum yoktu. Uzun süre buluşulamazdı, yani bir buluşamama durumu vardı. Belki uzun süre bakışacaksın, kim bilir ne zaman el ele tutuşacaksın… Şimdiki gibi hızlı tüketilmiyordu bir şeyler o zamanlar. Ben eski masumiyeti daha çok seviyorum.
Kaynak: Hürriyet