Yeraltı edebiyatının usta isimlerinden Hakan Günday “O cümleleri birinin okuyacağı aklıma bile gelmiyor” itirafıyla gündeme oturdu. İşte o itiraflar;
Sana ‘edebiyatın kara çocuğu’ diyorlar. Hikâyelerindeki kadar karanlık bir adam mısın?
2013 yılında ‘Daha’yı yazarken mültecilere çektirilebilecek bütün acıları hayal etmeye çalışmıştım. Bir insan sırf yollarda çaresiz kaldı diye başka insanlar tarafından nasıl istismar edilebilir? Bu istismarın biçimleri nedir? Hepsini de yazdığımı düşünüyordum. Kitap yayımlandı ve üzerinden biraz zaman geçti. Bir gün gazetede bir Haber okudum.
Neydi haber?
Ege’de kaçak bir atölyede can yelekleri üretildiğine dairdi. Ama haber bu kadar değildi. Üretilen o can yelekleri sahteydi. Yani o atölyede, Ege Denizi’ni geçmek durumunda olanlara satılmak üzere, hiçbir işe yaramayan can yelekleri üretiliyordu. Demek ki o atölyeyi kuranlar, nasıl olsa müşteriyi bir daha görmeyecekleri için, “Olur da denize düşerse, su yüzeyinde tutmak yerine belki de aşağıya çekecek bir ürünü satmakta herhangi bir sakınca görmüyorum” diyebilen birileriydi. 3-5 kuruş daha fazla kâr için yapılan bir iş. Ve ‘Daha’yı yazarken böylesi gaddarca bir üçkâğıt benim aklıma gelmemişti.
Bu sende neyi uyandırdı?
Böylece anlamış oldum ki bu fikri bulan insanların içinde yaşadığı gerçeklik, benim hayal etmeye çalıştıklarımdan çok daha karanlık. Hiçbir zaman gerçeğin kendisinden daha şiddetli bir şey yazabilmem de mümkün değil. Hatta bunu denemek bile boşuna. Bunu da o gün öğrenmiş oldum. Onun için karanlık olanın ben olduğumu sanmıyorum. Çünkü daima daha koyu olan bir şey var. O da gerçek hayat.
Bir röportajında “Bozuk insanları yazmayı daha çok seviyorum” demişsin. Neden bozuk olana bir merakın var?
Çünkü yazıyla başka ne yapılır, bilmiyorum. Yıllar içinde gördüğüm şu: Yazı, mükemmel bir düşünme aracı. Bu da demektir ki birtakım soruları, çatışmaları, çelişkileri en azından anlayabilmek için ideal bir araç. Bunu fark ettikten sonra da yolunda giden bir şey yazmak aklıma bile gelmedi. En başta, yazı gibi olağanüstü bir araca haksızlık olacağını düşündüm belki de. Elinde bir alet kutusu var. Onunla çalışan bir makineye gider misin? Doğal olarak, sorunlu düzeneklere yöneleceksin. Ben de refleks olarak o yöne gittim. Neyi anlamıyorsam, neyin karşısında hayrete düşüyorsam onları yazmaya çalıştım.
Kimileri hayatın bozuk taraflarını görmezden gelip sadece düzgün giden yanlarıyla ilgileniyor. Senin gibi hep kusurlu taraflara bakarak yaşamak zor değil mi?
Bilmiyorum, belki de öbürü daha zordur. Çünkü her şeyin yolunda gittiğini düşünürken beklemediği bir anda duvara çarpanın canı daha çok yanıyor olabilir. İnsan, içinde olduğu arabanın bir uçuruma doğru gittiğini, ancak düşünce fark ediyorsa çok daha büyük bir hayal kırıklığına uğruyor olmalı. Ama buna rağmen insanın bir meyli var.
Neye meyli var?
Uyumaya, gözlerini kapatmaya, gaddarlaşmaya, aptallaşmaya bir meyli var. Sorgulamayı bıraktığı an insan bir pelteye dönüşüyor. O noktada her şeyin yolunda olduğunu düşünmek veya hayatın sadece düzgün giden yanlarıyla ilgilenmek doğal bir refleks oluyor. Elbette bunun bir ‘plasebo’ etkisi vardır. Ancak bütün plasebolar gibi bunun da etkisi, bir plasebo olduğunu anlayana dek sürüyor. Yani o duvara çarpana kadar.
İnsan bununla nasıl mücadele eder?
İnsan bu pelteleşme haliyle mücadele etmeye karar verirse, bunun da sürekli bir çaba gerektirdiğini unutmamalı diye düşünüyorum. Çünkü uyanık kalabilme çabası, yerçekimine karşı savaşmak gibi. Bu noktada da bizi uyanık tutmak için yazılmış bütün o kitaplar, Filmler ya da sanat ürünlerinin büyük yardımı olduğunu düşünüyorum. En azından bana var.
Hiç kendini bırakıp derinliği veya hayatta karşılığı olmayan filmler izleyip kitaplar okumaz mısın?
İlham almaya hazırsan, her şeyden alabilirsin. Mesele o an ne okuduğundan öte, hangi gözle okuduğunla da ilgili. Örneğin, bir ‘sabun köpüğü’ (pembe dizi) izlerken yerçekimi hakkında düşünmeye başlayabilirsin. Ama eğer sadece ‘sabun köpüğü’ izliyorsan dünya sana tertemiz görünür. Okuduğum ya da izlediklerimi olabildiğince çeşitlendirmeye çalışıyorum. Her şeyden önce, birbiriyle çelişen hikâyeleri izlemekten ve okumaktan keyif alıyorum. Hikâyelerde bu dünya yokmuş gibi ya da bu dünyadan başka hiçbir şey yokmuş gibi konuşanları dinlemenin ilginç olduğunu düşünüyorum. ‘Zamir’in yaşadığı dünya da böyle bir yer aslında. Herkesin birbirine saldırdığı bir yerde barışı sağlamak istiyorsan, insanın her halini tanımaya çalışmakta fayda var.
O CÜMLELERİ BİRİNİN OKUYACAĞI AKLIMA BİLE GELMİYOR
Romanlarını okurken insanın boğazı düğümleniyor. Okuyucunun canını acıtmaktan keyif mi alıyorsun?
Bir romanı yazarken belli bir süre sonra o metinle öylesine yoğun bir ilişki oluşuyor ki sonrasında o cümleleri birinin okuyacağı aklıma bile gelmiyor. En azından o süreçte böyle oluyor. Dolayısıyla bırak canını acıtmayı, bir okuyucu olabileceğini bile unutuyorum.
Buraya gelmeden önce konuştuğum kişilerden “Dünyada zorlu bir dönemden geçiyoruz. Çok dert var; pandemi, depremler… Bir de böyle bir hikâye okumayı yüreğimiz kaldırır mı?” diyenler oldu…
O zaman, ilk soruna dönelim. Hiçbir kurgunun, gerçekler kadar şiddetli olamayacağını kabul edersek onlara şunu diyebilirsin bence: Eğer akşam haberlerini izleyebiliyorlarsa bu kitabı da rahatlıkla okurlar.
Peki, yazarken kurduğun bir matematik var mı? Şurada biraz daha dram sosu gerekiyor gibi…
Açıkçası, böylesi bir denge arayışında hiç olmadım. Zaten benim yazma biçimimde buna imkân yok. Bence roman, çok uzun bir cümle. Ve ben de kelimelerle ilerleyebiliyorum. Yazdığım her kelime bir sonraki kelimeyi belirliyor. Dolayısıyla o uzun cümlenin iniş ve çıkışlarını belirleyen de yine o kelimeler oluyor. Burada artık herhangi bir hesap yapabilmek mümkün değil. Çünkü elinde kazma ve kürekle bir yol açıp o yolda ilerlemeye çalışmak gibi. Hiç beklemediğin anda sert bir kayaya denk düşebilir ve sayfalarca onu parçalamaya çalışabilirsin. Bir roman yazmanın bence müthiş yönlerinden biri de bu, yazana kadar
ne yazacağını bilmemek.
İNSANIN ETRAFINDAKİ EN KALIN DUVAR, BAŞKA İNSANLAR
‘Zamir’ bize ne anlatıyor?
Herkesin birbirine saldırdığı bir dünyada ve savaşın artık insan kimliğinin bir parçası olduğu bir çağda işi çatışan tarafları barıştırmak olan bir karakterin hikâyesi. 13 yıldır bir barış vakfında çalışıyor. Ve biz bu karakterin içinde yaşadığı bu çatışmalar karşısında kendini çaresiz hissettiği, aslında hiçbir sorunu çözemediğini düşündüğü ve olan bitene dehşet içinde baktığı bir dönemde hayatına giriyoruz.
Zamir bebekken mülteci kampına atılan bir bomba yüzünden yüzünü kaybediyor. Ağlayamıyor, gülemiyor… Neden karakterini mimiksiz biri olarak yazmayı seçtin?
Zamir’in duygularını göstermekten aciz olmasını, hatta duygularını gösterememeye mahkûm olmasını istedim. Her ne kadar bir savaş kurbanı olarak içinde barışa dair olağanüstü bir özlem olsa da, ağlamak veya gülmek gibi en insani yetilerden yoksun olması Zamir’in şiddet karşısında donakalmış ruhunun da bir resmi. İnsanın insana çektirdiği acılar karşısında, donmuş bir yüzü ve donmak üzere olan bir ruhu var. Ve roman da bu noktada başlıyor. Ya Zamir’in ruhu aynı yüzü gibi donup bir taşa dönüşecek ya da bir insan olduğunu hatırlayıp barışın peşinde koşmaya devam edecek. Romanın ilk sorusu bu. Hiçbir ifadenin olmadığı o yüzden bir gün bir gözyaşı düşecek mi?
Bir önceki kitabın gibi bunda da mülteci ve göçmen sorunlarına değiniyorsun. Bunlar senin normalde de çok takıldığın konular mı?
Bir insanın doğduğu yerde yaşayamayacak hale gelmesi, bu dünyanın basit bir özeti. Hatta ekonomik ya da politik mevcut bütün sorunların en vurucu ve gerçek belirtisi. Üstelik bugüne dair bir şey de değil. Göç dediğimiz kitlesel trajedi, insanlık tarihi kadar eski. Dolayısıyla Zamir’in böylesi bir trajedinin içinde kaybolmuş insanlar arasında hayata başlaması, sonrasında yaşayacağı olaylar ve tanık olacaklarına bakış açısını belirlemesi açısından önemliydi. Çünkü hayata bir mülteci kampında başladıysanız, daha ilk nefeste savaşı teneffüs etmişsinizdir. Ve ikinci nefeste barışı beklemeye başlarsınız. Hatta son nefesinize kadar beklemeye devam edersiniz. Sonra da anlaşılır ki barış gelene kadar, dünyanın kendisi bir mülteci kampı. Tel örgülerin hangi tarafında olduğunuzun aslında hiçbir önemi yok. Tam da Zamir’in adının anlamının bize hatırlattığı gibi. Kapalı kalmış olan sadece Zamir değil. Ben, sen, o…
Hiç mülteci kampına gittin mi?
‘Zargana’yı yazdığımda 25 yaşındaydım. Hikâye Berlin’de geçiyordu. Ama o güne kadar hiç Berlin’i görmemiştim. Hatta kitabı yazdıktan yıllar sonra gittim o şehre. Çünkü önceliğim mekânları fiziki olarak tanımlamak hiç olmadı. Dolayısıyla, mülteci kampı da dahil, bugüne kadar yazdığım çoğu yerde hiç bulunmadım. Ben daha çok insanlar arasındaki ilişki ağıyla ilgilendim. Çünkü insanın etrafındaki en kalın duvarların tuğla ya da betondan değil, et ve kemikten inşa edildiğini düşünüyorum. İnsanın etrafındaki en kalın duvar, başka insanlar.
SANAT, HER ŞEYİ BİLDİĞİNİ SANAN İNSANI ŞÜPHE ETTİRİR
Birçok konuya parmak basıyorsun. Sence Edebiyat, sanat bir şeylere çözüm oluşturur mu?
Birtakım sorular sorulmasına sebep olabilir mi? Elbette olabilir. Ama bu süreli bir iştir. Siz soru sormayı bir defa yapıp bırakırsanız ve bunu sadece bir anlık hevesten ibaret görürseniz zaten bunun kalıcı olma ihtimali yok. Bu bir antrenman meselesi. Dolayısıyla tek bir kitapla olacak iş değil. Bunun sonrasında gerçekten bunu istiyor olmanız lazım. En nihayetinde bir denk düşmedir; okurla, onun içinde bulunduğu ruh haliyle o kitabın yan yana gelmesi. O denk düşmeden bir göz açılması ortaya çıkar mı? Çıkar. Ama kısa sürer. Gözünüz açık kalsın istiyorsanız başka kitapları da okumaya devam edeceksiniz. Sonuçta sanat, her şeyi bildiğini sanan insanı şüphe ettirir. O şüphenin peşinden koşup koşmamak da o insana kalmış. Bir çalar saatin alarmından hiçbir farkı yok. O alarm çalar ve uyanırsınız. Ama yataktan kalkıp kalkmamak sizin meselenizdir. Ya o yataktan kalkar ya da alarmı susturup yeniden uykuya dalabilirsiniz. Ta ki o yataktan düşene kadar…
EDEBİYATLA HİÇBİR İLGİM YOKTU
Okul yıllarında edebiyat hocalarının yazılarından dolayı tebrik ettiği çocuklardan değilmişsin sanırım.
Doğrusu, edebiyatla hiçbir ilgim yoktu.
Ama 24 yaşında ilk romanını çıkardın.
Evet. Üstelik sürekli bir okuma halinde de değildim. Sadece birkaç kitapla aram iyiydi. Hâlâ da o açığı kapatmaya çalışıyorum.
Peki, öyle yaşayan bir adamken ‘Kinyas ve Kayra’yı nasıl yazdın?
Belki de bu sorunun yanıtını bulmak için yazmaya devam ediyorum.
Mesleğinin yazarlık olmasına şaşırdığın oldu mu?
Olmaz olur mu? Bugün bile öyle. Sadece bir ara ‘Olabilir mi’ diye başladığım bir işti. 20 sene boyunca sürmüş olması çok ilginç.
Bu işi yapmasan şimdi ne yapıyor olurdun?
Her şey olabilirdi. Çünkü fark etmezdi. Sonuçta, bu hayatta sevdiğin işi yapmıyorsan, dünyanın bütün işleri insana aynı gelir, hepsi bir.
DİLİN SADELEŞMESİ GEREKTİĞİNİ GÖRDÜM
Anlatım dilinde belki de hiç yapmadığım kadar yalın bir üslupta yazarken buldum kendimi. Bunun üzerine de olaylar hızlandıkça ve hikâye karmaşıklaştıkça dilin sadeleşmesi gerektiğini gördüm. Ana karakter Zamir’in hayatında olduğu gibi, cümlelerin art arda eklenerek bir kaydırağa dönüşmesini, böylece ilk kelimeden son kelimeye giderken bir düşüş hissi oluşabileceğini düşündüm. Bu his ne kadar oluştu, bilmiyorum. Ama ayağa kalkacağı o anın gelmesini beklerken sayfalar boyunca düşen bir karakteri anlatmaya çalıştığımı biliyorum.